Bedir Solmaz | Yakıcı çelişki... | MERSİN MOZAİK
Bedir Solmaz

Bedir Solmaz

Yakıcı çelişki...


Estetikten yoksun boz betona bezenen Mersin'de altın kumlu sahil doldurularak düzenlenen Kültürpark’ta kitap okuyorum; yanıma yaklaşan boya küpüne girmişçesine makyaj yapmış daha ergenliğin eşiğindeki bir kız çocuğu, siyah ojesi sırıtan parmaklarının arasındaki sigarayı göstererek “Çakmağın var mı?” dedi; asıl istediğinin çakmak olmadığını bildiğimden duymazdan gelip başımı çevirdim, o yoluna devam ederken, “Vah zavallıcık, bu yaşında dünyanın en eski ve güç işlerinden birini yapıyor!” demekten kendimi alamadım…  
Sonyaz güneşi bulutların arasından ölgün ışığını şavkıtırken, denizin laciverdi koyu çelik ışıltısına büründü; uzunca bir süre kayaları döven ak köpüklü dalgalara bakıp, biraz önce ateş isteyen kız çocuğunun yaşamak zorunda kaldığı bazı varsayımsal güçlükler üzerine düşündüm... 
Sabahın köründe koşmak üzere kendimi sokağa attığımda yol boyunda benzeri manzarayla sıkça karşılaştığımdan içimdeki isyan ve umarsızlık duyguları iyice depreşti...
Ne zaman dünyanın en eski ve güç işini yapan kadınları üzerine kafa yorsam ıslak yasemin çiçeği kokusunu duyumsar, derinlere dalıp ”Kim bilir nerede ne zaman hangi dolu vurup kırmıştır kanadını kolunu…” yolunda tümceler mırıldanırım...
Acımasız doğada olduğu gibi yoz düzende de güçlü her daim üstün geliyor; yasemin çiçekleri estirilen hoyrat rüzgârlarda savrulurken, dokunduğu yeri yaralayan azgan dikenleri Anadolu’nun bağrına kök salıyor...
Bizler neden böyle edilgeniz? 
Küçücük incir çekirdeği fidana dönüşüp kayayı delerken, insan soyu kaba güce hep boyun eğiyor! 
Kadınlar, örselenme, yalnızlık, güç, başkaldırı-teslimiyet gelgitinde sürüklenirken Turgut Uyar’ın “Kayayı Delen İncir” isimli kitabının kapağındaki ağaç fotoğrafı şekillendi belleğimde...
Severek okuduğum Uyar’ın, zaman zaman dilime doladığım, “İnsan en çok sabahları arar sevdiği kadını diyor birisi/ katılıyorum o sabahlara öğleler kaba yaşanır, kalındır/  akşamüstleri ince hüzünlü… çiçekler alınıp verilebilir/ sabahtır yalnızlık/  nasıl sabah nasıl yalnızlık/ ve şiirsel hiçbir yanı yok sanılır/ var mıdır, vardır/ vardır, ama çiçeklerle değil/ kendi başına/  zımpara taşı gibi acımasız…“ dizelerinin hüzünlü görüntüleri şekillenir belleğimde...
Ne derece doğrudur bilmem, yıllar önce bir yerde okumuştum, yozlaşan ilişkilere katlanamayan Turgut Uyar’ın sokağa çıkmamak için ayağını kırdığından söz ediliyordu! 
Turgut Uyar’ın başkaldırısından seken düşüncelerim geçmişime odaklandı; nedense kendimi bildim bileli hep muhalif oldum; küçüklüğümde evde arsız çocuk, sokakta suratsız adam, çalıştığım işyerlerinde hep itiraz eden…  
Muhalifliğimin bedelini zaman zaman işkenceden geçerek, mahpus yatarak, işten atılarak, onca kalabalıklar içinde yalnız kalarak vb. şekilde ödemişimdir!
Zaten tescilli olduğumdan politik muhalifliğimden söz etmeye gerek görmüyorum!  
Kim nasıl değerlendirirse değerlendirsin, muhalif yanımı seviyorum; bir gün, oy verdiğim parti iktidara gelse hiç ikileme düşmeden yine aynı tavrımı sürdürürüm, çünkü iyi ve güzelde sınır yoktur…
Toplumda kabul gören, “Şükret, Allah beterinden saklasın!” yolundaki mistik söylemler durağanlığın, teslimiyetin kuluçkasıdır!  
Şu unutulmamalıdır ki, tarihteki bütün atılımlar sorgulama ve başkaldırıların öncülüğüyle şekillendirilmiştir!  
Ne acıdır ki, 21.Yüzyılın Yeni Türkiye’sinde boyun eğenler hızla çoğalırken, yaşananları sorgulayanlara ağır bedeller ödetiliyor! 
Hem de “İleri Demokrasi!” adına!
Ne yakıcı bir çelişki değil mi?



ARŞİV YAZILAR