Ne alın yazısı, el yazısı be...
Geniş toplum kesimlerinin yoksullukla boğuşarak hayatta kalma savaşı verdiği 2024 yılının sonyazı da tasını tarağını topluyor...
Narlıkuyu’dayım. Gökyüzü parçalı bulutlu, güneş arada bir göz kırpıyor günümüzde gerektiği gibi değerlendirilemeyen Kilikya topraklarına...
Yaz mevsiminin hareketli dünlerinden eser yok, sahil bomboş; denizin laciverdi baştan çıkartıcı olsa da, kendimi gençlikteki gibi ak köpüklü dalgaların koynuna bırakamıyorum...
Kapıldığım çocuksu duyguların sarmalından , gerideki inşaattan yankılanan içli bir Anadolu türküsüyle günün gerçeklerine döndüm.
Şimdilerde sanatçı olarak geçinenlerde rastlanmayan yanık bir ses, hemşerimiz Musa Eroğlu’nun seslendirdiği, “Öldüğümü yâre söyleme…” türküyle özlem ve dertlerini dışa vuruyor...
Anadolu’da yakılan türkülerin her biri ayrı acı ve kavurucu yürek yarasının öyküsüdür!
Bu topraklarda asırlardır insanların elle yazılan kaderi değişmez!
Büyük Ozanımız Fazıl Hüznü Dağlarca, “El kapıları” şiirinde, “Ne alın yazısı, el yazısı be! Sökemeyiz ki biz, ilkokul aydınlığı gösterilmeyenler…” der.
Dünyanın dört bir yanında emperyalistlerin çıkardığı yangında suçsuz insanlar yanıp kavruluyor...
Bırakın yüzlerce kişinin ölmesini, bir canın yitimi bile insanlık adına büyük kayıp olup çokça dünyanın yıkılması demektir...
Gelin görün ki işbaşında bulunanlar bu konuda duyarsız mı duyarsız...
Çıkarları doğrultusunda kurguladıkları dünyalarında günlerini gün ediyorlar.
Çocuklar babasız kalıp, analar ağlıyormuş kimin umrunda?
Yetkili ve etkililer, bulunduğu konumun donatısıyla aynanın karşına geçip,”Ben neymişim be!” diyerek mutluluk oyunu oynuyorlar...
Oysa yaşamın gerçekleri o kadar yalın ki, görmemek için kör, duymamak için sağır olmak gerekir.
Evet, ülkemizde kör ve sağırlar diyaloğu sergileniyor.
Ne acıdır ki çoğunluğumuz o kesime dâhiliz?
Aksi durumda böylesine çirkinlikler vücuda gelmezdi!
Oylarımızla seçip gönderdiğimiz vekiller, Meclis’te sorunlara çözüm getirmek yerine iktidarın dümensuyuna yelken açıyorlar!
Hiçbir kurum ve kuruluşun saygınlığı kalmadı!
Gençler işsiz, emekliler perişan...
Ülkenin verimli toprakları betona bezeniyor...
...
Bilinen sorunlar sıralansa sayfalara sığmaz...
Daha da beteri bir anlamda toplumun çimentosu olup hoyratça parçalanan değerler nasıl onarılacak?
Beklide bir ekmek uğruna evinden yurdundan kopan emekçinin “Seher yeli bizim ele gidersen / nazlı yâre küstüğümü söyleme / Ne hallere düştüğümü sorarsa / bağrıma taş bastığımı söyleme…” diye sürüp giden çığlığıyla tarihin derinliklerine uzanıyorum.
Olanaksızlıklara karşın asırlar boyunca yaşamın şekillendirildiği bu topraklarda, tuşlarla kıtaların birbirine bağlanabildiği süreçte, narenciye, Anamur Muzu, Lemas limonu gibi özgün bitki dokusunu koruyamazken, çıkıp meydanlarda nutuk çekiyoruz…
Ne hallere düştük!