Biliyle...
İnsani değerlerin katledildiği yakıcı gidişatta yazıp söylenenler hüküsüz kaldığından çoktandır birşeyler çiziktirmek içimden gelmese de, özellikle ölüm gerçeği dayatınca sicilimizde kayıtlı boyuneğeme ayıbımız yine galip geliyor...
Evet, nesli tükeneler arasında yer alan Yetkin Edebiaytçı Selim İleri de dönülmeze göçenler kervanına katıldı...
Soluduğu nefesin hakkını vererek ömrünü dolduran Selim İleri, sertlikten uzak sevecen ruhuyla yarattığı eserleriyle aralarında benimde olduğum insanlık ve memleket sevdalılarının hamurunda emeği vardır...
Kendisinden etkilenerek oluşturduğum yıllar öncenin yazısını anısına saygıyla tekrar paylkaşıyırom:
Biliyle...
Eşimin hazırlamakta olduğu yemekten artakalan kaynamış nohudun üzerine kimyon ekeleyip getirmesi üzerine birden çocukluk günlerime gittim. Kar beyazı önlüğü ve başındaki takkesi, kolundaki kovasıyla, “Tuzuyla kemunuyla biliyle” seslenişiyle ikindi üzerleri dolaşan satıcılar canlanıverdi gözümde...
Kuruşlara burun kıvırmayan, pamuklu şeker, bicibici-karsambaç, kerebiç, macun şekeri, elmalı şeker, kırmızı lokum, gazoz-limonata, dondurma satıcılarının sesleriyle çınlayan Mersin’in portakal çiçeği kokan, araba gürültüsünden uzak sokaklarının kendine özgü bir renkliliği vardı eskiden...
Dilimden dökülen her eskiden sözcüğü ile birlikte emin olun bir şeyler kopuyor yürğimden...
Kaynamış nohudun çağrışımıyla yıllar öncesine gittiğimin günün akşamında, televizyon kanallarında izlediğim deprem sigortası tanıtımı içimi kıyarken, geçmişe dönük anılar film şeridi olup, arsız misafir gibi yurt tuttu belleğimi...
Ve Selim İleri’nin eski İstanbul’u betimleyen yazılarının da etkisiyle yazdığım,
“Hani o ahşap evler
Merdivenlerinde dizili
Menekşeler fesleğenler
Onlara sevgiyle bakan gözler
Begonyalar çiçek açar
Yasemin güzel kokarmış
Kim takar...
İnsanlar
Ormanlar yakılıyor şimdilerde
Oncasına çoğaldı ki
Tek tek sayamam yerlerini
Örseleniyor yüreğim
Öksüz çocukların ağıdı buruk
Gözyaşları da sitemli
Yalana
Talana
Nedenini anlayamadıkları savaşlar...
Bir de
Sözümona biz büyüklere...“ dizelerin yakıcılığını iliklerimde duyumsuyorum.
Konu ettiğim deprem sigortası tanıtımı bilmem dikkatinizi çekti mi?
Sigorta olsa da, yurdun çeşitli bölgelerinde meydana gelen depremlerde, can kayıplarının yanı sıra maddi-manevi ağır kayıpların altında eziliyoruz...
Sigorta tanıtımının kurgusu, satıcı çocuk,100 bin lira, cam kavanoz ve slogandan oluşuyor. Ellerindeki parayla satıcıdan istediklerini alamayan çocuklar, paralarını bir kavanozda biriktirip evlerinin zorunlu deprem sigortasını yaptırmaya yöneltilmek isteniyor.
Kompozisyon üç aşağı beş yukarı bu içerikte.
Çocuklar, ah çocuklar; ela, kara, yeşil gözlü en doğal istemlerine gem vurulan çocuklar. Aradan yıllar geçmesine karşın, her depremde ilgili görüntüler Belleğimde şekillenir...
Depreme karşı gerekli önlemleri alması gereken etkili ve yetkililer nerede?
Düşüncelerim daldan dala uçuşan kuşlar gibi, geçmişle günümüz arasında gidip geliyor. Bir yanda, yoksulla varsıl arasında farkın uçurum boyutuna ulaşmadığı, kavga ve savaşın hayatın her alanına yansımadığı, insanların “Bir kaşık aşım kaygısız başım...” dediği yoksulluklara karşın güzel günler; diğer yanda ise teknolojik gelişmelerin kaynak yarattığı bir ortamda, insanların gönenç düzeyinin yükselmesi gerekirken açların çoğaldığı, savaşların sıradan olaylar haline geldiği, "Altta kalanın canı çıksın..." anlayışının egemen olduğu bir dünya...
Sanki Orhan Veli, "Bir elinde cımbız / Bir elinde ayna / umurunda mı dünya" dizelerini bugünler için söylemiş...
Hayatın her alanında olumsuzluk egemenken herkes kendi havasında. Bir kör dövüşüdür almış başını gidiyor. Aynı dünyanın insanlarının eylem ve söylemleri ayrı olup, bölük bölük bölünmüşler...
Toplumsal yarar içeren olaylara karşı duyarsızken, günübirlik kişisel çıkarlar için bir anda aslan kesiliveriyorlar...
Kaynamış nohutla başladığım yazı nerelere uzandı...
Sorun çok olunca dile getirmek boyun borcuna dönüşüyor...