Değerlerin Yok Oluşu: Yabancılaşma ve Sessiz Kriz
İçinde yaşadığımız çağ, bilgiye erişimin en kolay, fakat anlamın en zor bulunduğu bir dönemdir. İnsanlık, teknolojik ilerlemeyle kendini özgürleştirdiğini sanırken, aslında yeni türden bir tutsaklık içine girmiştir: anlam yitimi. Bu tutsaklık, değerlerin silikleştiği, insanlık benlik ve şuurunun erozyona uğradığı, insanın hem kendine hem topluma yabancılaştığı bir düzlemde varlığını sürdürmeye çalışmakta. Bugün toplumun temel taşları olan ahlak, kültür, sanat, eğitim ve ekonomi ve birçok alan derin bir sorgulamanın eşiğindedir.
Bir toplumun ortak bilinci, paylaşılan değerler üzerinde yükselir. Ancak modern çağda bu değerler, tıpkı hızla tükenen doğamızın doğal kaynakları gibi, farkına varılmadan tüketilmektedir. Bireycilik, rekabet ve haz kültürü; dayanışma, adalet ve vicdan/merhamet gibi kavramları ikinci plana itmiş/itmektedir. Artık “iyi insan olmak” değil, “başarılı görünmek” "liyakatsız yükselme ve yüceltilme" esastır. Değerlerin yok oluşu, toplumsal dokunun görünmez ipliklerini sessizce koparır; insanlar birbirlerine değil, menfaatlerine bağlanır. Bu süreçte dijital dünya da belirleyici bir rol oynar. Sosyal medyanın estetikleştirdiği 'yapay mutluluklar', hakikatin gerçek dünyanın yerini alır. İnsan, kendi kimliğini "beğeniler" üzerinden inşa etmeye başlar. Tekonolojinin bir araç olduğunu gerçek hayatın sürdüğünü doğanın bir parçası olduğunu unutur. Böylece öz benlik, toplumun aynasında değil, ekranın mavi parlak yüzeyinde şekillenir.
Ahlaki çürüme, yalnızca bireysel bir yozlaşma değil, sistematik bir sorundur. İnsan ilişkilerinde güvenin azalması, siyasette etik değerlerin erozyonu, 'sağlıklıksız gıdaların ve ayıplı ürünlerin satılması' ekonomide adaletsizliğin kanıksanması vs.; bu çürümenin tezahürleridir. Marx’ın bahsettiği yabancılaşma, artık sadece emek sürecinde değil, hayatın tüm alanlarında hissedilmektedir. İnsan, kendi emeğine, üretimine, hatta duygularına bile yabancılaşmıştır. Yabancılaşan birey, anlamını yitirmiş bir dünyada yönünü bulamaz. Bu nedenle, tüketim alışkanlıklarıyla varlık boşluğunu doldurmaya çalışır. Ancak ne kadar tüketirse tüketsin, doyumsuzluk büyür. Çünkü eksik olan, nesne değil, anlamdır.
Ekonomik sıkışmışlık, yalnızca rakamlarla ölçülebilecek bir mesele değil; toplumsal ruhun aynası yansıması değil midir?. Gelir eşitsizliği, işsizlik ve borçluluk, bireyleri ekonomik olduğu kadar psikolojik olarak da baskılar. İnsanlar geçim telaşı içinde etik değerleri ikinci plana iter, uzun vadeli düşünme becerisini kaybeder. Darboğazın en yıkıcı etkisi, yılgınlıktır. Toplumda liyakatle bir yere gelme “çalışarak yükselebilme” inancı zayıfladıkça, adalet/hakkaniyet duygusu sarsılır. Bu durum, motivasyon eksikliğine, kırılmaya ve çaresizlik hissine yol açar. Ekonomik yapı Liberal/Kapitalist bir yapıya bürünemediği gibi, insanın hizmetinde değil, insanı hizmetine alan bir mekanizma haline gelir.
Bir toplumun direnci, kültürel üretim kapasitesiyle ölçülür. Ne var ki, günümüz toplumlarında kültür ve sanat, ekonomik kaygıların gölgesinde kalmaktadır. Kitaplara, tiyatrolara, müzelere erişim, artık bir kesim için lüks sayılmaktadır. Bilgiye erişim hızlanmış, fakat bilgelik üretimi azalmıştır. Sanat, bir zamanlar toplumun vicdanıydı; bugün ise çoğu zaman bir “endüstri ürünü”ne dönüşmüştür. Her koşulda sanatçılar, bu yozlaşmaya rağmen gerçeği dile getirmeye devam etmeye çalışmaya, çalışmakta. Çünkü sanat, insanın varoluşsal boşluğuna atılan sessiz bir çığlıktır. Kültürün yok olması, aslında insanın kendine ayna tutma yetisini kaybetmesidir. Jale Demirdöğen Kusursuz Veda eserinde: “…Hayatının yarısını sağır yaşayanlar, diğer yarısını dilsiz yaşamayı göze alacaklardır. Çünkü vaktiyle sesini duyuramamış olan vicdan, günü geldiğinde daha yüksek sesle konuşup, sahibinin karşısına bir intikam gibi dikilecektir! Ve (sınıflı toplumda) insan, her koşulda ve her şeye rağmen suçunu başkasının üzerine yıkmak üzere donatılmıştır; ta ki bugünün, düne dönüşü imkansız bir uzaklık olduğunu anlayıncaya kadar…” der.
Eğitim, bir toplumun geleceğe açılan kapısıdır. Ancak birçok yerde bu kapı ya kapalı ya da paslanmıştır. Okulsuz mahalleler, sadece fiziki bir eksikliği değil, toplumsal bir adaletsizliği temsil eder. Eşit fırsatların yokluğu, yeni nesillerin kaderini doğmadan belirler. Özellikle eğitim alanında kararlar alınarak hızlı çözülecekler, çözümsüzlüğün girdabındadırlar. Gerçek eğitim, yalnızca bilgi aktarmak değil, insanı düşünmeye, sorgulamaya ve anlamaya yönlendirmektir. Ne yazık ki günümüzde eğitim sistemi, bireyi sınavlara değil, hayata hazırlayamamaktadır. Bu nedenle mezunlar çoğalırken, "düşünen insanlar" azalır. Eğitim, özgürleştiren bir güç olmaktan çıkıp, uyum sağlamayı öğreten bir mekanizmaya dönüşmekte.
Modern insan, teknolojik konfor içinde yaşarken bile derin bir korkunun esiridir. Bu korku, geleceksizlikten, anlamsızlıktan ve yalnızlıktan beslenir. İnsan, kendi varoluşunu anlamlandıramadığında, dışsal bir kurtarıcı arar: bir lider, bir ideoloji, bir inanç. Oysa asıl kurtuluş, bireyin kendini yeniden tanımasında saklıdır. Varoluşsal korkuyu yenemeyenler, sürekli bir bekleyiş halindedir. Oysa insanın asıl gücü, beklemekten değil, eyleme geçmekten doğar. Heidegger’in dediği gibi, “İnsan, varlığını sorgulayabildiği ölçüde vardır.” Değerlerin aşındığı, anlamın buharlaştığı bir çağda insanlık büyük bir sınavdan geçmektedir. Bu sınavın galibi ne teknoloji ne ekonomi olacaktır; doğadan gelidiğini unutmadan, yalnızca insanın kendini yeniden bulma iradesi belirleyicidir.
Çürümenin karşısında direnmek, küçük ama sanal değil gerçekci adımlarla mümkündür: dürüst kalmak, okumak, okutmak, üretmek, sevmek ve sevgiyle paylaşmak. Toplumsal dönüşüm, bir “kurtarıcı”yla değil, kurtarıcı aramayan farkındalık kazanmış bireylerin çoğalması ve bütünleşmesiyle başlayacaktır. Çünkü sonunda hepimiz, birbirimize ve kendi vicdanımıza karşı sorumluyuz.





