İnsanlığın ayıbı!
Dünyanın egmenleri on yıllardır kaynatılan Filistin-İsrail kazanının altına arada bir odun atıp çirkinliklerini perdelemeyi sürdürüyorlar...
Deniz kıyısındayım; yurdun bazı bölgelerinde havalar soğumasına karşın güneş Mersin’de yazdan kalma
yüzüyle gülümsüyor hala...
Denizin akıntısı açıktaki gemileri kaptan ustalığıyla ip gibi sıraya dizmiş…
Her biri sır küpü insanlar gelip geçiyor yanımdan. Kimi düzgün giyimli, kimisinin yoksulluğu paçasından akıyor; birinin elinde süslü paketler, diğerinin sırtında çöplerden topladığı plastik şişelerin doldurduğu kirli çuval…
Varsıllıkla yoksulluk koyun koyuna olsa da, paylaşım adaletsizliği insanlar arasında kalın bir duvar örmüş durumda...
Duvarın iki yakasında birbirine taban tabana zıt dünyalar; uç noktaların yaşandığı kişilerin iç dünyalarında herkes kendince haklı…
Peki, haksız kim?
Yıl boyunca yapılan sorumsuzlukların yükünden bir ay oruç tutup, 3-5 milyon fitre-zekât, avuç açana sadaka vermekle kurtulabilir mi insan?
Zihnimde beliren kırık dökük evlerden oluşan yoksul mahalleleri, vahşet görüntülerinin yer aldığı savaş kesitleri kıyıya vuran dalgaların köpüğünde canlanıp üstüme üstüme geliyor…
En az savaş kadar acımasız olan yoklulk ve yoksunluğun körüklediği çaresizlik yok mu, kolunu kanadını kırıyor insanın...
Göz göz oluyor gözüm, gördükçe yakılan yıkılan yerleri...
Tek gözlü evleri başına çöken insanları…
Görüyorum geçmişi, yaşıyorum bugünü, kestirebiliyorum yarını…
Ayağı yalın, sokakta ekmek peşinden koşan parmak kadar çocuklar,gelecekte günlerin daha da kararacağının habercisi…
Bir yanda 250-300 metrekare evlerin içinde iki, bilemedin üç kişi; diğer yanda yedi, belki de on yedi kişi barınıyor tek odalı evlerde.
Oysa atılıyor günde yüzlerce temel, o yoksul insanlar karıyor harçlarını...
İçlerinde, “Acaba bizimde olur mu bir gün!..” beklentisi.
Çoğalıyor yorgunluktan kısılan gözlerde, çoğalıyor derme çatma evin gözleri…
Oluyor göz göz, mutfağı, salonu, tuvaleti, banyosu, çocuk odası…
Olmuşken bir de misafir odası olsa dünya mı yıkılır san ki…
Çoğalıyor özlem yüzünde çocukların, kadınların…
Ah yoksulluk, kapıya konacak dert değilsin sen…
Okunuyor, okunuyor babanın yokluğu, okunuyor çaydanlığın kulpsuzluğunda, sofranın yavanlığında...
Okunuyor, okunuyor insanlığın ayıbı, okunuyor açlıktan ölenlerin kemiğine yapışmış derisinde ve sırıtıyor, sırıtıyor arsızca, sırıtıyor bombalarda...
Sırıtıyor atomda...
Sırıtıyor nötronda...
Sırıtıyor hidrojende...
Sırıtıyor, sırıtıyor gevrek gevrek uydusavar füzelerde…
Bu yüz karası sitem içinde, silahlanma yarışlarına kurban gidiyor yeni doğan bebelerin sütü…
Yoksul insanların el emeğine göz nuruna çağdaşlık maskesiyle el konuluyor…
Bütün bu yaşananlar insanlığın ayıbı değil de, ya nedir sizce?