Bedir Solmaz | Mavi sonsuzluk… | MERSİN MOZAİK
Bedir Solmaz

Bedir Solmaz

Mavi sonsuzluk…


Güdük Şubat'ın yarısı gitti sayılır artık, Mezitli sahilindeyim, ak köpüklü dalgalar ayaklarımı okşuyor.

Önümde Akdenizin mavi sonsuzluğu, arkamda övünülen uzay çağının pislikleri...

Mersin'deki verimli tarım alanları estetikten yoksun boz betonla bezenirken, eşi benzeri zor bulunur altın kumlu sahil, park düz nlemek adına  kayalarla dolduruldu...

Özetle Mersin çarpık yapılaşmaya teslim...

Cadde ve sokaklarda yoğun trafik karmaşası...

İşsizlik almış başını dörtnala giderken toplumun büyük bir kesimi yokluk ve yoksunlukla boğuşuyor...

Tarım ülkesi olarak bilinen Türkiye'de saman ital ediliyor...

Tomurcuk bakışlı çocuklar özlemle ağlarken, analar babalar naçarlık denen çarkın dişlileri arasında ezim ezim eziliyorlar…

Gözlerimi kapatıp olumsuzluklar cangılını düşünürken, bazı değerlerin avuçta sıkılan kuru kum tanecikleri gibi kayıp gittiği gerçeği, kan olup yüreğime damlıyor...

İkilemdeyim, önümdeki mavi sonsuzluk isteyene dönüşü olmayan yol, ölüm; yani kan gölüne dönüşen dünyadaki çirkinliklere daha fazla suç ortağı olmaktan kurtulma seçeneği!..

Ölüm, varlıkla yokluk arasındaki ince çizgi...

Keskin bıçağın ağzı kadar ürpertici olsa da çizginin öbür yakasına geçmek, içinde cennet beklentisi ve cehennem korkusu taşımayan birisi için hiç de zor değil aslında...

Gelin görün ki, kişinin çektiği acılardan kurtulmak uğruna yeğlediği ölüm, geride kalan birçok kişiyi derinden sarsan acı fırtınası…

Çizginin bir yanı bireysel kurtuluş, diğer yanı başkalarına kavuran ateş!..

Çok zor denklem değil mi?

Düşüncelerim seçenek gelgitnde devinirken, ayaklarımı okşayan dalgaların eşliğinde uzandığım yolculukta gördüklerim, adı ölüm olsa da, emin olun bu dünyadaki kadar ürkünç gelmiyor...

Gittiğim yerde, kökleri havada dalları yerde Tuba ağaçları, huri kızları, cehennem zebanileri, kaynar kazanlar falan yoktu...

Yıldızeli yaylalarında esen seher yeliyle dalgalanan her bir otta, halkını sevdiği için  asılan Pir Sultan ile Madımak Oteli’nde yakılan aydınları gördüm, “Alevi Sünnilik nedir? / Menfaattır var mı ötesi ?” diyerek sazın teline vuran Aşık Veysel’i de.

Anadolu’nun işgalden kurtuluşu uğruna canını veren şehitler, ülkenin içinde bulunduğu duruma hayıflanıp,”Biz boşuna mı savaştık?” diyorlardı.

Aziz Nesin Çatalca’daki ağaçların yapraklarında çocuklara el sallarken, Uğur Mumcu Anıtkabir’in bahçesindeki rengini verdiği çiçeklerde güneşin doğmasını bekliyordu.

Savunduklarının doğruluğuna olan inancı, o ince dudaklarındaki gülüşe yansıyan Ahmet Taner Kışlalı ise, solun içler acısı durumundan sorumlu tuttuğu sözde liderler adına üzülüyordu.

Çirkinliklere daha fazla suç ortaklığı etmekten kurtulan insanların toprakta, otta, ağaçta, suda sürdükleri yeni yaşama gıpta etsem de; çektiği çilelerle yüreği zorlanan yaşlı anama evlat, can yoldaşıma eş, çocuklarıma baba, bacı ve kardeşlerime kardeş, candan dostlarıma arkadaş yitirme acısını tattıramazdım.

Bunların hepsinden de öte, insan olarak yaşadığım çağa karşı sorumluluklarım yok muydu?

Tüm olumsuzluklara karşın mutlaka yapacak bir şeyler vardır, olmalıdır…”diyerek, duygusal yanımı kollayıp, mavi sonsuluktan el sallayan, insanlığa zararı dokunmayan yaşamın diğer evresi, özünde soylu arınbma olan ölüme  sırtımı dönüyorum…



ARŞİV YAZILAR