Dutun plastik kâselerde satılmadığı, kumsalının taş yığınlarıyla doldurulmadığı, betonun hoyratlığına uğramamış kiremit çatılı evleri, kargıdan yapılmış huğlarıyla sakinlerini kucaklayan Mersin’i özlemle arıyoruz…
Ah Akdeniz, derinliklerine dalıp yazında kışında mavi koynunda kulaç attığımız, binemediğimiz dalgalarını yaran gemilerle düş yolculuklarına çıktığımız sonsuzluk...
Gözlerimizi kapatıp çocukluk ve ilk gençlik yıllarına uzanıyoruz...
Mersin yapsatçı anlayışın ürünü estetikten yoksun çirkin beton yığınlarıyla bezenmeden önce Akdeniz'in şirin bir bölgesiydi… Günümüzde ucu bucağı görülmez olan kent, öylesine naif ve mütevaziydi ki, Alman Mimar Hermann Jansen tarafından 1938 yılında hazırlanan planda, şimdilerde Toros Devlet Hastanesi olarak anılan yer ve çevresi Tayyare Meydanı, Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’nın kuzeyindeki 23 Evler civarı ise Amele Mahallesi olarak öngörülmüştü…
Kendine özgü mimarisi ve bitki örtüsü, hoşgörü ekseninde şekillenen insan ilişkileri Çukurova’nın yakıcı sıcak günlerini bile serin kılardı!
Baharın geldiği portakal çiçeklerinin kokusundan, yazın yaklaştığı ise dutların olgunlaşmasından anlaşılırdı.
Dut deyip geçmeyin sakın, narenciye ağaçları gibi dutlar da olmazsa olmaz öğesiydi birinci ve ikinci kuşak kent evlerinin; her evin bahçesinde dut bulunduğunu söylemek belki biraz iddialı olabilir, ama her sokakta mütevazı evlerin bahçelerinde dallarına yiyecek saklanan tel dolapların asıldığı en az 3-5 kök devasa dut vardı.
Mayıs ayının ilk haftalarında olgunlaşmaya yüz tutan beyaz, siya ve pembe dutlar ilk önce haylaz çocukların saldırısına uğrar, daha sonra ağaçların altına gerilen temiz örtülere silkelenip tabak tabak konu komşuya dağıtılır, boşalan dut tabakları elbette başka yiyeceklerle doldurularak sahiplerine geri gönderilirdi.
Anadolu’nun sebil ve bölüşüm geleneğinin en güzel örneğinin göstergesi olan dut ağaçları da, zamanı şekillendiren tüketim kültürüne yenik düştü!
Betonlaşmayla birlikte narenciye bahçeleri gibi dutlar da kesilerek yok edildi…
Dut ağaçlarının güzelliğinden yoksun büyüyen günümüz insanları, meyvesini artık şu günlerde kaldırımlara kümelenen satıcı köy kadınlarının önlerine dizdikleri plastik kutularda görebiliyorlar!
Yüz binlerin ağzını tatlandıran dut ağaçlarından geriye, dalları cılız yürek burkan kocamış gövdeleri kaldı şimdilerde…
Genleriyle oynanıp raf ömrü uzatılan yeni nesil dutlarsa eskinin tadını taşımıyorlar…
Bir zamanlar almadan vermenin en güzel örneği sebilin simgesi olan dut, tüketim histerisinin dayatması plastik kâselerde pazarlanan ürüne dönüştü; ne yaman bir çelişki değil mi?
Ne acıdır ki insanlığın bazı renkleri ve hasletleri bu aymazlığa kurban giderken, naif yaşam biçimlerini de sonlandırıyor!
Gölgelerinde oturup, dallarında cambazlık yaptığımız dut ağaçlarını bugün ilaç için arasanız zor bulursunuz!
Önlerine dizdikleri kâselerle kaldırımda umutla bekleyen köylü kadınlarını her görüşümüzde belleğimize kazınan geçmişe dönük o güzellikleri yüreğimiz ezilerek anımsıyoruz!
Çileli Anadolu kadınlarının, bir zamanlar konu komşuya tabak tabak dağıtarak almadan vermenin hazzını doyasıya yaşadıkları dutları, şimdilerde geçimlerini sağlamak için satmak zorunda kalmaları ise kadirbilmezliğimizi gözler önüne seriyor!
Biz dutun plastik kâselerde satılmadığı, kumsalının taş yığınlarıyla doldurulmadığı, betonun hoyratlığına uğramamış kiremit çatılı evleri, kargıdan yapılmış huğlarıyla sakinlerini kucaklayan Mersin’i özlemle arıyoruz…