Ekinler sararmış yoktur başları!
Ülkede Bilinçli olzarak sadaka kütürsüzlüğü egemen kılındı...
Öğleye doğru zilin çalması üzerine kapıyı açtım; karşımda yaklaşık 25 yaşlarında başı örtülü bir kadın. Dilinden anlaşılmaz sözcükler dökülürken yakaran gözlerinden uzattığı elinin boş çevrilmemesini istediği okunuyordu. Bir an boş bulunup bir şeyler verip vermeme arasında gidip geldim. Yârin yanağından gayrı her şeyi paylaşmayı yaşam biçimi olarak seçmeme karşın, dilenmek yerine hakkını söke söke alan bireylere duyduğum özlemin dürtüsüyle toparlanıp, hiçbir şey vermeyeceğini bile bile “Allah versin” deyip kapıyı kapattım.
GGelin görün ki içimde bir hesaplaşma başladı...
Hadi bu kadın dilenciliği meslek edinmeyenlerdense?
Ya gerçekten ihtiyacı varsa?
Ya evinde çocukları ekmek bekliyorsa?
Zihnimde şekillenen soruların körüklediği iç kavga uzadıkça uzadı. Yemeğe oturdum, tabağın orta yerinde kadının yakaran gözleri...
Bu noktada Devlet İstatistik Enstitüsü’nün bir süre önce yayınladığı mutluluk anketini anımsayıp “Mutlular arasında acaba o kadın da var mıydı?” demekten kendimi alamıyorum; düşüncemden kopmak için masanın üzerindeki günü geçmiş gazeteye yöneliyorum...
Kuraklıktan yakınan köylülerin yağmur duasına çıktığını haberleştiren gazetenin köşe yazarları erguvanların açtığı İstanbul’da baharın güzelliklerini betimliyorlar.
Çevreme bakıyorum doğadaki yekiniş elle tutulurcasına somut; ama benim içimde sonbahar hüznü...
Güzelliklerle çirkinlikler iç içe, malzeme bol!
Yazıp söyleyecek çok şey var.
Öykü, şiir...
Ancak okuyup dinleyeni ara ki bulasın!
Herkes ekranların uyutucu büyüsüne teslim etmiş kendisini. Gelsin evlenme programların, gitsin tüketim kültürünü kutsayan diziler…
Yıllar önce yazdığım bir şiirin” Üretim gırla / gidiyor almış başını kötü / rüzgâr esiyor ters / çalış çalış / hiç alma nefes / edilmiş kulaklar sağır / duymaz / tiz çıksa da ses...
Deviniyor çark / harekete geçiren el göz beyin / dişlerinde ter...
Hadi gül / gül gülebilirsen / gözlem kulesi gözlerin / havada kara bulut / kudurmuş deniz / önünde hanımeli / dibinde kan / koklasana...
Dolaşmışsın köyleri / kırık dökük / ekinler sararmış / yoktur başları / erguvanın rengi / yaseminin kokusu / mutlu eder mi seni / halk çırpınıyor çirkefte...” dizeleri dökülüyor dilimden.
Öyle bir noktadayız ki, ezilen ezildiğinin farkında değil, garip garipliğinin...
İnsanlar üretmek, hakkını söke söke almak yerine avuç açmaya yöneltiliyor.
Bu gidiş kahrediyor beni.
İstanbul’da erguvanlar açmış neyleyim, içimde sonbahar hüznü...